Oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı, "Komünist Sınıf Partisi"nin inşası için katkılar...

22 Aralık 2012 Cumartesi

Alper Taş açık konuşuyor: Seçimlerde CHP'nin kuyrukçuluğunu yapacağız!

ÖDP başkanı Alper Taş yerel seçimlerde CHP kuyrukçuluğunu planladıklarını gizlemiyor. Ana hedef (daha önce açıkladığımız gibi) birkaç büyükşehir'in AKP'den alınarak CHP'ye kazanılması ve bu noktada anahtar mesele BDP'nin de CHP'nin kuyruğuna takılabilmesi...
"CHP, BDP ve sosyalistler bir arada olabilirler mi? 
Alper Taş: [ÖDP] Kongre[si] öncesi biraz da tartışıldı, konuşuldu. Kongre öncesi bazı gazetecilerle buluşup kongremizi anlatalım dediğimizde, onlar zaten [derhal bunu] soruyorlar: CHP, BDP, sosyalistler bir arada olabilirler mi? Buna bir yanıtımızın olması lazım.
Bunu reddederek bir siyaset yapmak doğru değil. Olabilir ama nasıl olabilir? Bunun üzerinde düşünmek lazım.
Şimdi bütün Türkiye çapında ortak bir asgari program etrafında CHP, BDP, sosyalistler yerel seçimlerde ülke çapında bir ittifak yapabilir mi? Bunun zorlukları var. Böyle bir zeminin olması için, bizim açımızdan, bileşenlerin eşitlikçi ve özgürlükçü bir eksende buluşması lazım.
Ya da öte yandan yerel seçimler açısından yerel yönetimlerin kamusallığı önemli, yani yerel yönetimlerin kamusal niteliğinin altını çizmek oldukça önemli. 
Yerel seçimlerde ortak aday
Yerel seçimlere dair geniş, esnek ama ilkeli bir siyaset yapılabilir, üretilebilir, geliştirilebilir. Mesela AKP’yi geriletmek, bugünkü konjonktürde tek başına ne ifade edebilir? AKP’yi geriletmek, basitçe bir partiyi geriletmek değil, bir siyaseti geriletmektir. O açıdan Ankara-İstanbul’dan bizim yansıttığımız solun ortak bir adayı, herkesi kesen bir ortak aday ve programla en azından Ankara-İstanbul’u AKP’den almak, geriletmek açısından önemli bir şeydir. Buna uygun bir iklim olur mu? Biraz zayıf gözüküyor. Kürtlerle buluşmayan bir CHP alamaz, mümkün değil. Kürtler alamaz, tek başına İstanbul’u.
Böyle şey bir siyaset öngörmemiz lazım. Taşradaki yerler önemli değil de esasen büyük kentler bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimi açısından kritik olacak, yani burada güçlenerek çıkan bir AKP, cumhurbaşkanlığı seçiminde de doğal olarak onun verdiği psikoloji ile istediği cumhurbaşkanını çıkartır, sonra zaten milletvekilleri seçimleri [ile] bir dönem daha kapanmış olur."
Hatta Bay Taş, İP'nin de bu cepheye katılabileceğini düşünüyor:
"... Kürt halkının demokratik talepleri –onlar diyorlar diye söylemiyorum- İP, Aydınlık çevresinin söylediği şey aslında bölücü talepler olduğudur. “Bu taleplerin yanında olarak memleketi bölüyorsunuz, o yüzden bu taleplerin yanında olmayalım” diyorlarsa, zaten birlikte olamayız ama böyle bir şey demiyorlar, böyle bir politikaları yok."
tırnak içindeki tüm alıntılar şuradan alınmıştır:
http://www.toplumsol.org/solda-birlesik-bir-hareket-yaratmaliyiz-alper-tas-iii/

19 Temmuz 2012 Perşembe

T"K"P'nin yayıncılık anlayışı

T"K"P son kongresinde bir günlük gazete çıkarma kararı almış ve bunun hazırlıklarına girişmişti. Bu yakınlarda, "Sol" isimli gazetenin 1 Ekim'de yayınlanmaya başlayacağı açıklandı.

Gazetenin 20 TL'ye satılan "dayanışma sayısı"nda yer alan başlıklar şunlar:

"- Kollar sıvandı 1 Ekim için gün sayılıyor: Halkın gazetesi çıkıyor
- soL’un Manifestosu
- Herkes katkı koyuyor
- Solcular gazete çıkaramaz mı?
- Kemal Okuyan: "Neye güveniyoruz?"
- soL Gazetesi yazarı İlhan Cihaner ile söyleşi: “Siyasetsiz gazetecilik olmaz”
- Sırrı Süreyya Önder’in dayanışma mesajı
- soL’un okuru başka olacak"

Burada iki isim dikkat çekici: yargı kökenli CHP milletvekili İlhan Cihaner ve BDP'nin oylarıyla bağımsız milletvekili seçilen "sosyalist" iddialı Sırrı Süreyya Önder.

Kemal Okuyan'la sol.org.tr sitesi tarafından yapılan bir röportajda bazı "etkili isimler"in de gazetede yazacağı "müjdesi" veriliyordu. Okuyan'ın açıkladığına göre, bu "etkili isimlerden" biri de İlhan Cihaner olacak.

T"K"P lafta Leninist geçinse de, kendisi için Leninist parti basını ilkelerinin hiçbir bağlayıcılığı olmadığını önceki basın-yayın pratiğiyle fazlasıyla kanıtlamıştır.

Örneğin daha önce Ahmet Türk'e yumruk atılması olayını yorumlamaya çalışan bir yazarlarına gelen tepki üzerine sol.org.tr yönetimi sitede çıkan yazıların sadece yazarlarını bağladığını açıklayarak yanıtlamaya çalışmıştır. Aynı şekilde T"K"P yöneticileri bu sitenin kendilerinin resmi bir organı olmadığını çeşitli defalar açıklamışlardır. Gerçekten de sol sitesinde Odatv yazarlarından, CHP'li bir işadamı-milletvekilinin finansmanıyla yayınlanan Yurt Gazetesi genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ'a kadar özellikle "ulusalcı" çevrelerden pek çok yazarın, tamamen keyiflerine göre kalem oynattığını görmek mümkündür. Hatta başka yayınlarda Çetin Doğan'ı övgü yağmuruna tutan bir yazarın aynı dönemde sol sitesinde yazarlık yaptığını görmek de mümkündür.

Kemal Okuyan sözkonusu röportajda gazetenin sol portal sitesinin deneyimlerinden yararlanıp bunları daha ileri taşıyacağını ve iki yayının kardeş yayın olacağını belirtmektedir. Sol gazetesi Sol portal sitesinin süper-oportünist yayıncılık anlayışını sürdürüp daha da ilerilere taşıyacağını daha "dayanışma sayısı"nda kanıtlamıştır.

Bir burjuva partisinin milletvekilinin Sol gazetesinde köşeyazarı yapılması T"K"P'nin yalnızca genel oportünist-ilkesiz yayıncılık anlayışına uygun olmakla kalmıyor, onun özel olarak son dönemde (ÖDP ve irili ufaklı çok sayıdaki benzer oportünist çevrelerle birlikte) kendine biçtiği BDP'yi yaklaşan yerel seçimlerde CHP'nin kuyruğuna takabilmek için iki parti arasında çöpçatanlık rolüne de tamamen uygun düşüyor. Böyle bir gazeteye S. Süreyya Önder'in ilk sayısında dayanışma mesajı göndermesi de bu bakımdan anlamlı bir olay olarak görülebilir. Anlaşılan Önder de iki partinin yakınlaştırılmasında benzer bir role aday olan isimlerden biridir.

Sol gazetesi, T"K"P oportünizminin taşımakta zorlandığı sahte anti-CHP'ci maskesini biraz daha aralaması ve burjuva siyasetinin kuyrukçuluğu rolünü daha az mahcup bir şekilde sergileme noktasına gelmesi bakımından da bir aşamayı temsil etmektedir. "Halkın Gazetesi" ifadesini bu anlamda anlamak gerekir.

Akıntıya Karşı

18 Haziran 2012 Pazartesi

ÖDP ve T"K"P Misyonlarını Yeniden Belirliyor: Burjuva Politikasında Çöpçatanlık

2014-15 yıllarının seçim dönemi olacağı öngörülüyor. Seçimlerin daha öncesine de alınması sözkonusudur. Bu durum daha şimdiden burjuva partilerinin aralarındaki ve bizzat kendi içlerindeki çelişkilerin ve hesaplaşma hazırlıklarının (ya da açıkça öncü hesaplaşmaların) yoğunlaşmasına neden oluyor. Aynı şekilde burjuva politikasının uzantısı niteliğindeki oportünist çevrelerde de kendi kısa ve orta vadeli politik perspektiflerini oluşturma ve buna göre yeniden hizalanma ve gruplaşma çabaları artmaktadır.

ÖDP ve T"K"P'nin kısa ve orta vadede kendilerine biçtikleri rol son dönemde özellikle netleşmiş bulunuyor: CHP ve BDP arasında yaklaşan seçimlerin arifesinde arabulucuk, daha doğrusu çöpçatanlık rolünü oynamak.

Bilindiği gibi 12 Eylül 2010 referendamu sürecinde oportünist cenah kendi içinde “Evet” ve “Hayır” yanlıları olarak ikiye bölünmüştü. EDP, DSİP gibi çevrelerin AKP'nin “Evet” kampanyasını desteklediği (hatta aldatıcı "yetmez ama evet" sloganını keşfederek ideolojik planda öncülük ettikleri) referamdumda, ÖDP, T"K"P, EMEP, Halkevleri gibi çevreler de CHP'nin “Hayır” kampanyası için seferber olmuştu. Öte yanda BDP'nin “Evet” ya da “Hayır” kampanyalarından birine kazanılamaması ve devrimci ve demokratik güçlerle doğru “Boykot” tutumunda birleşmesi iki oportünist odağı da -kendilerinden beklenen bütün demokratik kamuoyunu burjuva odaklarının kampanyaları doğrultusunda seferber etme rolünü istenen düzeyde oynayamamaları anlamında- oldukça zor durumda bırakmıştı.

Bu durumun sonucunda gerek “Evet”çi gerekse de “Hayır”cı cephenin bir bölümü 2011 seçimlerinde BDP'nin bağımsız adaylarını destekleyerek referandumdaki rollerini unutturma yolunu tutmayı tercih etti. Öte yandan seçime kendi bağımsız kampanyalarıyla gitmeyi deneyen ÖDP ve T"K"P ciddi bir bozguna uğradı. ÖDP seçime katılmayı bile başaramazken, T"K"P ise "500.000 kişi arıyorum" diye "iddialı" bir kampanyayla girdiği seçimlerden bir önceki seçim sonucunun bile altında, ancak 64.000 gibi bir oyla çıkabildi. Bu tablo ÖDP ve T"K"P'nin bir dizi çevreyle beraber yürüttüğü "cumhuriyet elden gidiyor" söylemiyle birleştirildiğinde geriye tek bir çözüm kalıyor, CHP kuyrukçuluğunun yani CHP'nin AKP'yi durduracak tek güç olarak ileri sürülmesi politikasının giderek daha açık bir hale getirilmesi.

ÖDP bu role aday olduğunu T”K”P’ye göre daha az mahçup bir şekilde ortaya koymaktadır. Birgün gazetesi ÖDP'den bağımsızlık kisvesi altında referandum ve seçim dönemlerinde açıkça Kılıçdaroğlu'nun kampanya bülteni gibi yayın yapmıştır, CHP'li önde gelen isimler bu gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır. Fakat son dönemde bu uzatmalı flörtün açık işbirliği çağrılarına dönüştüğünü görüyoruz.

ÖDP'nin CHP'yle ittifak çağrısı ÖDP genel başkanı Alper Taş’ın burjuva basınındaki açıklamarında şöyle yansıdı:

"Öncelik AKP'yi geriletmek. Türkiye'nin önceliği AKP rejimiyle mücadele ederek AKP'yi geriletmektir. Başbakan bize göre gelmiş geçmiş en ayrımcı başbakan. Hedefimiz bunu geniş bir muhalefet hattı kurarak yapmak. Bu kongrede bunların kararı alınacak. Daha etkili, daha güçlü, daha çok sesi çıkan bir ÖDP olacak.

Bu iktidara karşı sosyalistler olarak, CHP'yi ve Kürt muhalefetini de içine alan bir muhalefet hattıyla mücadele edebiliriz. Önümüzdeki yerel seçimler çok kritik. CHP'nin alacağı pozisyon önemli. Asgari düzeyde de olsa eşitlikçi ve özgürlükçü bir yerde durursa, Kürt muhalefetini dışlamayan bir tavır alabilirse, en azından Ankara ve İstanbul'da üzerinde anlaşılan adaylarla yerel seçime gidilebilir. Ankara ya da İstanbul'u almak AKP'yi ciddi ölçüde gerileten bir adım olacaktır. Biz CHP'yi hiç eleştirmiyoruz (ne zaman eleştirdiniz ki? - A.K.). Hedef almıyoruz. Çünkü şimdi asıl sorunumuz bu iktidar ve onun uygulamaları."

Bu sözlerden de anlaşılabileceği gibi ÖDP bir sınıf iktidarıyla, bu iktidarın bir devlet biçimi olan bir sınıf rejimiyle mücadele etmiyor. O "AKP rejimi" diye bir şeyle mücadele ediyor, yani iktidarı sınıf karakteriyle değil belli bir burjuva hükümetle tanımlıyor ve mücadele "önceliklerini" de bu tanıma göre belirliyor. Bay Alper Taş bir özgürlükçü sosyalisttir, ondan olaylara bir Marksist gibi, yani tutarlı sınıf mücadelesi bakış açısından yaklaşmasını bekleyemeyiz ve kesinlikle beklemiyoruz da. Bay Alper Taş'a iktidarın onun sınıf karakteriyle tanımlanması gerektiğini, şu ya da bu burjuva hükümetin hatta şu ya da bu burjuva rejimin gelip gitmesinin belli bir iktidarın sınıf karakterini değiştirmeye yetmeyeceğini söylerseniz size şöyle cevap verecektir: Evet bunları bizler de biliyoruz, Marksist klasikleri bizler de gençliğimizde az okumadık. Ama şu anda halka baskı uygulayan AKP'dir, ve bu şimdiye kadar gelmiş geçmiş hükümetlerin en kötüsüdür, en azından olası bir CHP hükümeti bundan iyi olacaktır, dolayısıyla önceliğimiz AKP'nin devrilmesidir. AKP tüm devlet aygıtına hakim hale geldi, neredeyse bir tek parti rejimi oluştu. Dolayısıyla AKP'yi kısa vadede indirmeye en yakın olan güç hangisiyse o desteklenmelidir ve bu da CHP'dir. Bu politikayı desteklemeyenler bilinçli veya bilinçsiz olarak AKP'ye hizmet etmiş olacaktır, vb vb...

Bu oportünizmin klasik ehven-i şer (kötünün iyisi) mantığıdır. Bu mantıkla daima her türlü burjuva hükümet değişikliği olasılığı kitlelere mevcut "rejim"den tek kurtuluş yolu diye sunulabilir.

Bu mantıkla "öncelik AKP'nin devrilmesi" olduğu sürece yapılması gereken "hiç eleştirmeden", körü körüne CHP'nin kuyruğuna takılmak, onun öncelikle önümüzdeki yerel seçimlerde başarılı olmasını sağlamak ve böylece genel seçimlerdeki başarısı için yolu açmaktır. Yalnız küçük bir sorun vardır. "Sosyalist iddialı" tasfiyeci legal oportünizmin burjuva partilerine verecek çok fazla aklı olsa da, oy toplamı yüzde 1'i bile bulmamaktadır. Bu durumda ona mevcut politik sahnede oynayabilecek tek bir anlamlı rol kalmaktadır: ne yapıp yapıp BDP'nin CHP'yle arasını bulmak, BDP'nin metropollerdeki oy potansiyelinin AKP'yi devirme yolunda CHP'nin emrine verilmesine yardımcı olmak. (Bu arada BDP'nin de buna pek uzak olduğu söylenemez. Daha önce de bu konuda ÖDP, BDP ve CHP arasında görüşmeler yapıldığı basına yansımıştı, ve hatta CHP'ye yakın yayın organlarında BDP eş başkanı Demirtaş'ın "ittifak olabilir" yollu demeçleri yayınlamıştı.)

T"K"P ye gelince, o ÖDP'ye göre CHP kuyrukçuluğunu açığa vurmada daha mahçup davransa da, çöpçatanlık misyonunu açıkça ilan etmede ondan bir adım önce davranmıştır. Daha 2011 Aralık ayında T"K"P Merkez Komitesi "BDP ve CHP Merkez Yönetim ve TBMM Gruplarına" hitaben bir mektup yazarak onlara "siyasi iktidarın uygulamalarının, Türkiye'de siyaset alanında Kemalistlerin ve Kürt siyasetçilerin oluşturduğu iki kesimden birinin üstü örtülü onayını aldığı sürece, Türkiye'de siyasetin alanı hızla daraldığını" hatırlatma ihtiyacı duymuştur. "Ergenekon ve türevi davalar" Kürt siyasetçilerin hoşgörüsüne yaslanırken, KCK operasyonları Kemalistlerin hoşgörüsüne yaslanmıştır (Acaba T"K"P' MK'sı Kemalistlerin bu tür operasyonlara bırakalım karşı çıkmalarını veya bunları hoş görmemelerini, bunları hararetle desteklemediklerini nerede görmüş insan merak etmeden edemiyor. "Analar Dersim'de de ağlamadı" mı gibi açık terörist bir söylemi Kemalizmin açık seçik tarihine yapılan referanstan aldıkları güçle Kemalistlerden başka kim böylesine pervasızca dillendirebilmektir günümüzde? - A.K.). Buna göre "BDP ve CHP'nin "öteki" tarafa dönük müdahaleleri desteklemeye ya da göz yummaya devam etmesi Türkiye'de ve bölgede yürütülmekte olan kapsamlı düzenlemeye destek anlamına" gelmektedir. Bütün bu hatırlatmalardan BDP ve CHP'nin nasıl bir sonuç çıkarmalarının beklendiği söylenmese de açıktır: Birbirinizden uzak durmanız "siyasal iktidarın" işine yarıyor, "Kürt siyasetçiler" Ergenekon, Odatv vb. davalara karşı çıksın ve Kemalistler de KCK operasyonlarına. En azından AKP'den kurtuluncaya kadar tarihsel ve güncel düşmanlıkları unutun!

Aslında T”K”P şefleri, ne Kemalistlerin ne de BDP’nin bu konularda kendilerinin vereceği bu türden akıllara ihtiyaçları olmadığını bilecek kadar gerçeklerden haberlidir. Gerçekte bu açıklamaların tek bir anlamı olabilir, o da T”K”P’cilik oynayan oportünist şeflerin önümüzdeki yıllar için talip oldukları burjuva politikasında çöpçatanlık rolüne kendi tabanlarını şimdiden hazırlamaya, şimdiden kendi üyeleri arasında “bu kadarı da fazla” diyecek unsurların olup olmadığını yoklamaya çalışmalarıdır.

Ve bu çöpçatanlık misyonunu eleştiren herkesin kafasının üzerinde oportünist mantık "AKP rejimini" devirebilecek tek alternatife karşı çıkmak kılıcını sallandıracaktır. Fakat biraz olsun tutarlı ve bağımsız hiçbir demokratik ve devrimci çevre bu klasik ehven-i şerci oportünist şantaja boyun eğemez. AKP hükümetinin ömrü pek büyük olasılıkla en fazla ilk ekonomik krize kadardır. Bunu herkesten önce AKP yöneticileri bilmektedir ve “başkanlık sistemi”, “partili cumhurbaşkanı” vb. çeşitli formüllerle boş yere bu mukadderatın önüne geçmeye çabalamaktadırlar.

AKP'nin korktuğu bir unsur da CHP'den değil, sokaktan, yığınlardan gelecek bir tepki dalgasıdır. Onun bir yanda "ileri demokrasi", "faşist darbelerle hesaplaşma" vb. demagojisi yürütürken, öte yanda bütün bu demagojiyi en kaba biçimde boşa çıkaracak tarzda, en ufak kitlesel devrimci ve demokratik mücadele potansiyeli üzerinde estirilen polis ve mahkeme terörüne böylesine bağımlı hale gelmesinin temelinde de bu yatmaktadır.

AKP hükümeti gerçekte hiç de CHP kuyrukçularının iddia ettiği gibi "her şeye hakim" olmuş değildir. Tam tersine arkasındaki yerel ve uluslararası sermaye desteğinin azaldığını, böylece altının gittikçe boşaldığını hissettikçe paniğe kapılmakta, öfkelenmekle ve hırçınlaşmaktadır. Aynı zamanda efendilerini memnun ederek, onların kendilerini bir süre daha "deliğe süpürmemeleri" için işçilere, emekçi yığınlara, ezilen halklara karşı en gözü kara saldırıları, en halk düşmanı tutum ve söylemleri göze alır hale gelmektedir. Çünkü o çok iyi bilmektedir ki tekelci sermaye çevrelerinin ve emperyalist merkezlerin desteğini tamamen yitirdiği noktada, ne kadar oy alırsa alsın bir gün dahi hükümette kalamayacaktır. Her şeyden önce çok çeşitli menfaat çevrelerinin bir toplamı görünümündeki parti (içinden çıktığı Milli Görüş gibi) kendi içinden parçalanıp dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. MİT krizinde olduğu gibi şimdiden bu parçalanmanın ilk belirtileri en gürültülü biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. Tam da bu yüzden AKP önümüzdeki ilk önemli ekonomik ve/veya siyasi bunalımda kendinden önceki hükümet partileri gibi sıfırı tüketerek yok olup gitmemenin yollarını aramaktadır -elbette en az önceki hükümet partilerinin benzer arayışları kadar umutsuz bir çabadır bu. Zira tekelci kapitalistlerin egemenliğinde kontrol onlardadır, onların gelip geçici hükümetlerinde değil. Ve sermayenin çıkarları gerektiğinde harcanmayacak hiçbir sermaye hükümeti olamaz.

Son on yıllarda emrinde oldukları tekelci sermayenin işçilere ve emekçi halklara düşmanlık politikasını sürdüren önceki pek çok sermaye hükümetlerinin (ANAP, DYP-SHP, Refah-Yol, ANASOL-D vb.) düşüşünde olduğu gibi AKP "devr-i hükümetinin" sonlanmasında da muhtemelen geniş işçi ve emekçi yığınların tepkisinin ve kitlesel eylemlerinin belirleyici bir rolü olacaktır. Hükümet koltuklarına hiç inmeyecekmiş gibi yapışmaya çalışan, bunu sağlamak için zorlama kanuni düzenlemeleri devreye sokan önceki hemen tüm hükümetler burjuva “ana muhalefet” partisinin atılım yapmasıyla değil, sokakta, kitlesel protesto hareketleri sonucunda düşürülmüştür. Ama kitlelerin önünde onlara önderlik edebilecek bir örgütlü proleter sınıf önderliği olmadığı için sonuç asla kitlelerin değil daima şu ya da bu burjuva partisinin/partilerinin işine yaramıştır.

Önemli olan kitlelerin bu rolünün şimdiye kadar olduğu gibi daima sermaye egemenliğinin siyasal ve ekonomik bunalımları atlatmasını kolaylaştıracak şekilde yıpranmış bir burjuva hükümetin tasfiye edilip yerine bir yenisinin konmasını sağlamada basit bir manivela işlevi görmesinden kurtulması, yani bağımsız devrimci bir çizgiye oturtulmasıdır. Gerek sermaye hükümetlerine gerekse de onların efendilerine en korkulu rüyaları gördüren şey ise "sosyal patlama"yla ulusal ayaklanmanın iç içe geçmesi tehlikesidir. Tam da bu yüzden "sosyalist" ve ulusal oportünizme karşı, ezen ve ezilen ulus burjuvazilerinin çıkarları doğrultusunda emekçi yığınları sahte umutlarla, yakın ve kolay başarı vaatleriyle aldatarak parçalayan tüm odaklara karşı kesin bir zafer sağlamadan böyle bir bağımsızlık asla elde edilemeyecektir. Emekçi yığınların kitlesel çıkışları burjuva kliklerin mücadelesinde bir piyon olarak kullanılmaktan bu olmadan asla kurtulamayacaktır.

Özellikle 28 Şubat dönemi, günümüzün en keskin 28 Şubat karşıtlarını da kapsayan legal oportünist "sol"un, işçi ve emekçi yığın hareketlerinin burjuvazinin iç hesaplaşmaları doğrultusunda yönledirilmesinde boyundan büyük işler becerebildiğini kanıtlamıştır. Günümüzde hâlâ 28 Şubat "sosyalizm"i zemininde politika yapmayı sürdürmeye çabalayan ÖDP ve T"K"P gibi çevreler, CHP-BDP ittifakına katalizör olarak aynı rolü bir kez daha oynamaya çalışmaktadır. BDP yönetimindeki çeşitli çevrelerde ifadesini bulan ve kah TÜSİAD'ın, kah MÜSİAD ve cemaat-holdingin, kah AKP'nin, kah CHP'nin, kah meclisteki burjuva partilerinin uzlaşmasının, kah Genelkurmay ve MİT'in veya Cumhurbaşkanının ya da Başbakanın bir parmak şıklatmasıyla "Kürt sorununa acil çözüm" getirileceği beklentilerini körükleyen ulusal reformizmin de böyle bir ittifakı "pazarlık seçenekleri" içinde görmesi "sosyal" (ve sosyal-şoven) oportünizmin bu yöndeki umutlarını daha da arttırmaktadır.

Kitlelerin politik uyanışı arttıkça, sosyal ve ulusal oportünizmin körüklediği reformist hayalcilik politikası bilinçli ya da bilinçsiz olarak sermayenin kitlelelerin "kriz yönetimi"yle, reform vaatleriyle on yıllarca ve on yıllarca süründürülmesi politikasının giderek daha da vazgeçilmez, daha da ayrılmaz bir bileşenini haline gelmek zorundadır ve öyle de oluyor. Bütün milliyetlerden en geniş ezilen ve sömürülen kitlelerin mücadelesini proletaryanın devrimci kurtuluş bayrağı altında birleştirecek sınıfın öncü partisinin güçleri ancak burjuvazinin sonsuza kadar oyalayıcı politikasının kitleler içindeki uzantısı olan oportünizmin bütün biçimlerine karşı amansız bir mücadele içinde oluşturulabilir ve bir araya getirilebilir. Ve ancak böyle bir öncü güç burjuvazinin sosyal patlama ve ulusal baskıya karşı “patlama”nın iç içe geçmesi kabuslarını, bu yönde varolan dinamiklere bilinçli ve birleşik bir sosyal ve ulusal kurtuluş ayaklanması yönünü verecek şekilde gerçeğe dönüştürerek, milyonlarca emekçi için gerçek kurtuluşun biricik yolunu açabilir.

Akıntıya Karşı

20 Şubat 2012 Pazartesi

Hangi "TKP"?

Geleneksel Oportünizmin Post Kavgası

6 Şubat 2012 günü "geleneksel" revizyonizmin "TKP"cilik oynayanlar cephesinde son derece ilginç bir dalgalanma meydana geldi.

"Olay"ın tarafları Yalçın Küçük'ün öğrencilerinin, Okuyan'ın, Çulhaoğlu'nun, Güler'in yasal "TKP"siyle, "Suphi'den Bilene Gelenek Yaşıyor" adı altında ikinci bir yasal "TKP" kurma hazırlıkları içinde olduklarını ilân eden İsmail Bilen izleyicilerinin (esas itibariyle Ürün dergisi çevresinin) ikinci bir yasal "TKP" kurma "girişim"iydi.

"TKP" isminin kullanım hakkı için, iki tarafın İçişleri Bakanlığına verdikleri dilekçelerle yürüttükleri muharebe, mevcut yasal partinin "kurnazca" bir manevrasıyla şimdilik "girişim"cilerin girişimlerinin akamete uğramasıyla sonuçlanmış gibi görünüyordu ki... girişimcilerin bir karşı-manevrasıyla herşey bir anda tersine döndü. Sonuç olarak fiilen nurtopu gibi bir ikinci yasal "TKP"miz daha oldu!

Devrimci kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden bu heyecanlı rekabetin ayrıntıları tarafların kendi yayınlarından öğrenilebilir. Bizim burada cevap arayacağımız esas sorular; İsmail Bilen izleyicilerinin daha köklü oportünizm "geleneği", Sosyalist İktidar-Gelenek oportünizmin daha genç "geleneğine" alternatif olabilir mi, ve sınıf ve tarih bilinçli işçilerin ve proletarya komünistlerinin bu iki "geleneğin" kavgaları karşısındaki tutumu ne olmalıdır soruları olacaktır. Gerçi devrimci kamuoyu her iki çevrenin de nereden gelip nereye gittiğini çok iyi bilmektedir, ama özellikle komünizme sempati duyan ve komünizm iddiasında bulunan bu grupların gerçek niteliği hakkında yeterli bilgisi olmayan genç arkadaşlar açısından bu konuların aydınlatılması görevimizi ihmal edemeyiz.
"Bizim partimizin felsefesi, programı ve tüzüğü, tarihi, logosu, marşı, kurucuları, kadroları, geleneği SİP’ten çok farklıdır. Mustafa Suphi’lerin, İsmail Bilen’lerin TKP’sini kimse SİP’le karıştırmaz. İşçi sınıfı, emekçi halkımız, devrimci ve ilerici çevreler TKP’nin TKP olduğunu, SİP’in ise hangi kılığa girerse girsin SİP olduğunu bilir." ("TKP" İsmine Engelleme Girişimi)
İkinci yasal "TKP" girişimcileri böyle yazıyorlar. Tarih bilincine sahip hiçbir devrimci ve ilerici çevrenin, hangi kılığa girerse girsin SİP'ten bozma yasal "TKP"yle , Mustafa Suphi'lerin Bolşevik TKP'sini karıştırmayacaklarına şüphe yoktur. Ne var ki, SİP'ten bozma "TKP" için geçerli olan bu durum İ. Bilen "TKP"si için daha az geçerli değildir. Bu partilerin tarihini bilen hiçbir devrimci Suphi'lerin tarihsel TKP'sinin devrimci ve komünist geleneğiyle, Bilen ve takipçilerinin "TKP"sinin sağ oportünist, tasfiyeci geleneğini birbirine karıştırmaz, tarih bilinçli her devrimci bu iki parti arasındaki derin ve büyük tarihsel öneme sahip farkları adı gibi bilir, bilmek zorundadır.

"Bilen Geleneği" Nedir?

"Bilen geleneği" dendiğinde esas olarak 1951 tevkifatından sonra ülke içindeki faaliyetlerini fiilen durduran TKP'nin SSCB'deki (o dönemde "Harici Büro" diye anılan) bazı kadroları tarafından ülke içinde "TKP" ismiyle faaliyet yürütmek için "1973 Atılımı" adı altında başlatılan girişim ve bu oluşumun aslında 1980 faşist darbesiyle fiilen iflas eden kısa macerası anlaşılmalıdır. 1974-80 arasındaki dönem deyim yerindeyse Bilenciliğin "altın yılları" olmuştur. Keza, sözkonusu oluşum bu dönemde SSCB'nin de desteğini arkasına alarak gerçekten de önemli bir gelişme ve kitleselleşme göstermiş, komünizm davasına samimi olarak sempati duyan ve bu oluşumu gerçek bir Komünist Parti yerine koyan binlerce insanı peşine takmayı da başarmıştır. Ne var ki Marksizm-Leninizmin ve proletarya komünizminin sağlam temeli yerine, modern revizyonizmin (Kruşçevizmin ve Brejnevizmin) ve küçük-burjuva sağ oportünizminin çürük temeli üzerinde inşa edilmiş olan bu partinin politik çizgisinin tamamen iflas etmesi ve utanç verici bir teslimiyetçiliğe batması için, onun hayatın (sınıf mücadelesinin) ilk büyük sınamasından geçmesi fazlasıyla yeterli olacaktı!

Bu utanç verici politik iflasın öyküsünü bizzat günümüzün "Bilen geleneği" yücelticilerinin kendi literatüründen aktaralım:
"... Ne var ki, TKP Merkez Komitesi, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ardından yaptığı politik durum değerlendirmesinde, cuntanın "biz sadece terörizme karşıyız" ve "Sovyetler Birliği'yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" demagojisini ve Alpaslan Türkeş ile ülkücü katillerin tutuklanmasını esas alarak, darbenin faşist nitelik taşımadığını, Kenan Evren cuntasının ılımlı bir askeri cunta olduğunu öne sürdü. NATO'nun oluşturduğu kontr-gerilla dilinde "terör"ün işçi, emekçi ve aydınların sermayeye ve emperyalizme karşı her türlü mücadelesi ve özlemi anlamına geldiğini değerlendiremedi. Faşizme karşı aktif direniş stratejisi yerine geriye çekilme ve küçülerek kendini koruma stratejisi önerdi. 
Bu değerlendirme parti örgütlerinin yoğun tepkisiyle karşılaştı ve düzeltilmesi istendi. Düzeltme yerine hatalı durum değerlendirmesini haklı gösterecek sözümona teorik gerekçeler üretildi. Arjantin Komünist Partisi'nin o dönemdeki liderlerinin Arjantin faşist askeri cuntasıyla uzlaşmayı esas alan ve binlerce devrimcinin kaybından sorumlu caniler cuntasını "teröristlerle mücadele eden ılımlı askeri yönetim" olarak alkışlayan faşist-işbirlikçisi çizgisini mekanik olarak Türkiye'ye uyarlayan ve örnek gösteren bir belge parti örgütlerine dayatıldı. [Arjantin Komünist Partisi'nin bir süre sonra faşizm işbirlikçisi bu çizgiyi mahkûm ederek düzelttiğini ve bu ihanetten sorumlu yöneticilerini partiden ihraç ettiğini yeri gelmişken belirtelim]. 
... İşçi sınıfına ve emekçi halka acımasızca saldıran, sınıf ve kitle sendikacılığının merkezi örgütü DİSK'i kapatan, sendikal faaliyetleri yasaklayan, sosyalist partileri kapatan, işçi sınıfının ve ezilen halkların politik ve kültürel örgütlerini dağıtan, binlerce devrimciyi Diyarbakır, Metris ve Mamak zindanlarına tıkan, tüm ülkeyi bir toplama kampına çeviren, yaşı onsekiz bile olmamış komünistleri ve devrimcileri idam eden, anayasayı ortadan kaldıran kanunsuz faşist cuntanın yaptıkları ortadayken merkez komitesinin bu tutumu parti saflarında büyük bir kargaşaya yol açtı. Ülkenin hemen hemen her bölgesinde devrimci pratik içinde yer alan kadroların şiddetli tepkisini çeken ve sadece erken bir devrim umuduyla partiye üye olan geçici kimi yol arkadaşlarının desteğini alan bu teslimiyetçilik, orta ve alt kademelerde yaygın bir hoşnutsuzluk ve muhalefet doğurdu." (Yoldaşların Ateşle İmtihanı 1920'den Günümüze TKP, Ürün Yayınları, s. 34-35, vurgular bizim)
Yukardaki satırların yazarları sözkonusu tablonun oluşmasında "Haydar Kutlu (günümüzün Taraf gazetesi yazarı Nabi Yağcı -A.K.) hizbinin önemli payını" vurgularken, bu çizgiyi dayatan parti MK'sının başında İ. Bilen'den başkasının bulunmadığı gerçeğini "anlaşılır" nedenlerle "es geçme"yi tercih etmiştir. Yazarlar Arjantin'deki faşist darbeyi faşist olarak nitelemekten kaçınan Arjantin "Komünist" Partisi'ni faşizm işbirlikçiliğiyle suçlarken, bu teslimiyetçi çizgiyi olduğu gibi ("mekanik olarak") Türkiye'ye uygulayan başında İ. Bilen'in bulunduğu "TKP" MK'sı için aynı nitelemeyi kullanmaktan ancak duygusallıkla açıklanabilecek bir çifte standartlılıkla kaçınmıştır.

Arjantinli revizyonistler en azından bazı yöneticileri partiden atarak tarih karşısındaki suçundan biraz olsun pişmanlık gösterdiğini kanıtlamaya çalışmışlar. Oysa Bilen "TKP"si başta Bilen'in kendisi olmak üzere bu utanç verici teslimiyetçiliğin ve işbirlikçiliğin sorumlularını hiçbir zaman yargılamamış ve ihraç etmemiştir.

O kadar ki, İ. Bilen, 12 Eylül'den neredeyse bir buçuk yıl sonra T"K"P organlarında "TKP MK Genel Sekreteri" imzasıyla yazılan bir mektupta "ordu yönetiminde faşizm yanlısı unsurların gide gide aktifleşmesinden" ve ordu içindeki "gerçek Atatürkçü", "gerçek Kemalist" ve "yurtsever" kesimlerin halkla karşı karşıya getirilmeye çalışılmasından (!) şikayet edebilmiştir. Herhalde "Orgeneral Kenan Evren"in bizzat kendisi de "faşizm yönündeki" gelişmeden kaygı duyan bu "gerçek yurtsever" subaylardan veya bunlarla "faşizm yanlısı unsurlar" arasında gidip gelen bir kimse sayılıyor olacaktı ki mektup doğrudan ona hitaben yazılmıştı:
"Orgeneral Kenan Evren  
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı 
52 DİSK yöneticisi yalnızca sendikal eylemlerinden ötürü idam edilmek isteniyor. Sıkıyönetim mahkemesinin savcısı 52 sendikacıyı suçlayacak bir tek terörist eylemden söz edemiyor.

... 12 Eylül'den bu yana, ordu yönetiminde en gerici, Amerikancı ve faşizm yanlısı öğelerin gide gide aktifleştiği MGK'nin artan sallantılarında, çelişkili adımlarında yansıdı. Biz bu gidişe, silahlı kuvvetler içinde Atatürkçü subay ve astsubayların kaygıyla baktıklarını görüyoruz. Atatürkçü olduğunu söyleyen askersel cuntayı başlangıçta desteklemiş olan Kemalist çevreler, artan ölçüde bu gidişin karşısına çıkıyor. 52 sendikacıya karşı idam istemiyle yargılama, işte ordunun bu yurtsever kesimlerini de halkla karşı karşıya getirme amacı taşıyan bir provokasyondur. Böylece geleceğin sözde demokratik rejiminde de ordu tümüyle gericiliğin hizmetine sokulmak isteniyor. 
12 Ocak 1982 
Türkiye Komünist Partisi 
Merkez Komitesi Genel Sekreteri İ. Bilen 
("Yeni Çağ", sayı 1, Ocak 1982)
"TKP" teorisyenleri bununla da yetinmeyerek(!) Dimitrov'un ve Komintern'in tezlerini karikatürleştirip tahrif ederek faşist cuntanın neden faşist olarak nitelenemeyeceğini teorize etmeye çabalıyordu. "TKP" teorisyenleri sanki Dimitrov ve Komintern faşizmi tekelci sermayenin en gerici unsurlarının iktidarı olarak tanımlamakla onun  tekelci sermayenin (ve genelde sermayenin) bütününün çıkarlarına hizmet eden bir devlet biçimi olmadığını iddia ediyormuş gibi (Dimitrov ve Komintern'in bu şapşalca yorumu doğru kabul edilerek eleştirilmesi Yalçın Küçük-Soyalist İktidar revizyonizmi ve bu okuldan yetişen Gelenek revizyonistleri tarafından da aynen benimsenmiştir ve bugün hâlâ sürdürülmektedir), 12 Eylül askeri darbesi "genel olarak bütün işbirlikçi tekelci burjuvazinin saldırısını temsil ettiği için" onun faşist olarak değerlendirilemeyeceği sonucuna vararak revizyonizme gerçekten de "orijinal" bir katkıda bulunmayı başarmıştır:
"MGK'nın diktatörlüğüne gelince, bu rejim yalnızca emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin ve en gerici tekellerin değil, genel olarak emperyalizmin çıkarlarını kollayan ve tüm işbirlikçi tekelci burjuvazi adına ilerici güçlere karşı saldırıya geçen gerici bir diktatörlüktür." ("1981 Plenumu Raporu"ndan aktaran Emine Engin, Neden Faşist "Diyemiyorlar"?, s. 25, İşçinin Sesi yayınları, Nisan 1983)
Bu saptamadan "TKP" teorisyenlerinin tekelci sermayenin en gerici kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü bütün olarak tekelci sermayenin diktatörlüğü olamaz(!) mekanik "faşizm" anlayışlarıyla çıkardıkları trajikomik sonuç, 12 Eylül darbesinin kesinlikle faşist olarak nitelendirilemeyeceği şeklindeydi. 12 Eylül darbesinin faşist niteliğini inkâr etme yolunda "TKP" teorisyenleri en az darbeci generallerin kendileri ve tekelcilerin boyalı basını kadar ısrarcı bir kampanya yürütüyordu!

"TKP" teorisyenleri daha da ileri giderek faşist cuntanın devrimci güçlere karşı terörüne, "sol terörizme" karşı mücadele olarak destek çıkıyorlardı:
"Cuntanın "sol" terörizme ve Maoculuğa karşı tutumu: Cuntanın bu çevrelere yönelttiği saldırıyı demokrasi güçlerine, ya da Kürt ulusal hareketine saldırılar gibi görmek yanlıştır." ("Polit-Büro'nun Platformu"ndan aktaran H. Erdal, TKP'mizi Yüceltelim, İşçinin Sesi Yayınları, Mart 1983)
Aynı belgede faşist cuntanın MHP'ye karşı tutumu cuntanın faşist olmadığının bir diğer kanıtı olarak sunuluyordu.  Buna göre "MHP'ye yönelen tutuklamaların demagoji olduğu yolundaki savlardan vazgeçilmeli"ydi, "çünkü cunta sonuna kadar tutarlı olmasa da, faşist örgütlere karşı önlem alıyor"du!

1983 gibi geç bir tarihte bile merkezi "TKP" yayınlarında şu türden satırları okumak mümkündü:
"... CHP-MSP koalisyonu; gerici-faşist karması hükümet, CHP hükümeti, yarı-askersel ve açık askersel rejimler birbirini izledi." (TKP Barış ve Ulusal Demokrasi İçin Eylem Programı, 1983)
Görüldüğü gibi "TKP" yayınlarında 1983'te bile 12 Eylül faşist diktatörlüğüne  faşist denilemiyordu, "yarı-askersel rejim", "askersel rejim", "gerici askersel devirme" vb. söylemlerle diktatörlüğün faşist karakteri açıkça gizlenmeye çalışılıyordu.

"TKP" ancak Bilen'in ölümünden sonra, 1985 yılında gerçekleştirilen "5. Kongre"de darbenin faşist niteliğini dile getirebilmiştir.

Bilen "TKP"'sinin bu utanç verici duruma düşmesi bir tesadüf müydü? Veya sadece şu veya bu hizbin entrikalarının bir sonucu muydu? "Girişim"ciler hiçbir zaman 12 Eylül'de faşizmi aklamaya kadar alçalan bu politik hezimetle, 12 Eylül öncesinde bu partinin üzerinde kurulduğu çizginin ilişkisini dürüstçe sorgulamaya ve bundan gerekli sonuçları çıkarmaya cesaret edememiştir. 12 Eylül'den önce "TKP"nin izlediği çizgi iki temel nokta üzerinde kuruluydu: "TKP"nin legalleşmesi  ve UDD (Ulusal Demokratik Devrim) veya İDD (İleri Demokratik Devrim) stratejisi; ve UDC (Ulusal Demokratik Cephe) taktiği çerçevesinde "ulusal burjuvazinin" temsilcisi olarak görülen CHP'yle (ve tabii ordunun "ulusal bağımsızlıktan yana" kanadıyla) kurulacak bir ittifak yoluyla "iktidara gelme" hayali.

Şöyle düşünüyorlardı: "TKP" DİSK başta olmak üzere işçi örgütlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin, ilerici ve demokrat kamuoyunun sosyalizme sempati duyan bölümlerinin CHP'nin hükümet olma yolunu açmak için seferber olmalarına katkıda bulunursa, CHP de "TKP"nin legale çıkmasının yolunu açacak ve kim bilir, ilerleyen süreç içerisinde (yani "ileri demokrasi" koşulları altında) "Komünist" Partisinin de içinde yer aldığı  Şili'deki Allende liderliğindeki Halk Birliği hükümeti gibi bir hükümeti CHP'yle birlikte tamamen barışçı yoldan (ya da ordu içinde böyle bir girişime sıcak bakacağı düşünülen güçlerin biraz omuz vermesiyle) kurmak belki de mümkün olabilecekti.[1] Evet Allende hükümeti CİA'in desteklediği bir faşist cunta tarafından nisbeten kolayca devrilmişti, ama yanı başında SSCB'nin desteğini bulacak olan Türkiye'nin kaderi Şili gibi olmayabilirdi. İşte Bilen "TKP"sinin 12 Eylül'den önceki "toplumsal ilerleme" denilen çizgisinin özü temelde "iktidara gelmeyle" ilgili bu reformist hayaller toplamından ibaretti.

Öte yandan, CHP'yi doğal müttefik olarak gören bu aynı "TKP"; "goşistler", "Maocu bozkurt"lar gibi nitelemelerle yaftalayarak, hepsini birden Perinçek'in küçük provokasyon grubuyla aynı kefeye doldurduğu tüm devrimci gençlik gruplarını adeta "baş düşman" ilan ediyordu. Bu sakat anlayışla "TKP" ve "DİSK" yönetimi, 1977 1 Mayıs'ı örneğinde acı bir şekilde deneyimlendiği gibi gibi, devletin provokasyonları için uygun zeminin hazırlamasına katkıda bulunmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmiyordu.

Bütün bunlardan da anlaşılabileceği gibi, "TKP"nin 12 Eylül'den sonraki faşist cuntanın işini kolaylaştıran tutumunun bütün unsurları, onun 12 Eylül'den önceki çizgisinde dört başı mamur bir şekilde zaten bulunuyordu. Faşist darbe bu unsurların kaçınılmaz teorik ve pratik sonuçlarına varmasını hızlandırmaktan başka bir şey yapmamıştır.

"TKP"nin bu aşırı oportünist çizgisi, ideolojik dayanaklarını da, elbette Marksizmin klasiklerinde (Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in eserlerinde) geliştirilen devrimci ilkelerden değil, Marksizm-Leninizm kılığında sunulan, Bernstein, Kautsky, Troçki, Buharin, Kruşçev, Brejnev, vb.lerin çizgisinde geliştirilen revizyonizm ve modern revizyonizmden alıyordu. "TKP", aynı diğer revizyonist partiler gibi, Endonezya'da, Şili'de, Arjantin'de ve daha pek çok yerde revizyonist "sosyalizme barışçı yoldan geçiş" hayallerinin yol açtığı çok acı deneyimlerden hiçbir sonuç çıkarmamıştır. Zira, "TKP"nin bu teoriyi eleştirmesi demek, onun dönemin revizyonist SB"K"P'si tarafından aforoz edilmesi anlamına gelirdi.[2]

"TKP" ve DİSK yöneticileri, bir yandan iki örgüt arasında bir karşılıklı kullanma-kullanılma ilişkisi içinde CHP nezdindeki rayiçlerini arttırmaya çabalarken, öte yandan yine CHP çevrelerine "diğerleri gibi terörist ve yıkıcı olmadığını" kanıtlamak uğruna, "Maocu bozkurtlar ve goşistlere karşı savaş" parolasıyla tüm devrimci grupları faşist güçlerle aynı kefeye koyarak karşısına almıştır. "TKP" bu politikasıyla, anti-faşist güçlerin en geniş cephede birleştirilmesi adı altında gerçek anti-faşist güçlerin bölünmesini teşvik etmiş ve mümkün olduğu kadar çok insanın CHP'ye bel bağlaması için mücadele etmiştir.

"TKP"nin CHP'yle UDC kurma arayışının pratikte nasıl acınası bir politik perişanlığa yol açtığı bizzat dönemin "TKP" literatüründen takip etmek mümkündür. Bizim Radyo'da , 3 Temmuz 1978'de yayınlanan ve Ürün dergisinin Ağustos 1978 tarihli sayısında yeniden yayınlanan "Ulusal Demokratik Cephe ve CHP" yazısında Ecevit'in tutumu konusunda şöyle yakınılmaktaydı:
"... cephenin zorunluluğunu kavramayanlar da vardır. Bunun son örneği, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in CHP Ortak Grup toplantısında yaptığı konuşmada yansıyor.  
Gerçekten de Ecevit bir süredir dolaylı yollardan ulusal, demokratik cephe sorununu tartışma alanına getiriyor. [Buradan sonrasını lütfen dikkatli okuyun sayın okur, Ecevit bu sorunu nasıl bir dolayımla tartışma alanına getirmiş - AK] Bilindiği gibi bundan bir süre önce TKP MK çağrısının hemen arkasından parlamentoda yaptığı bir konuşmada Ecevit, "ulusal birlik" çağrısı yapmıştı. Ne var ki, bu birlik çağrısı, parlamentodaki gerici-faşist partilere yöneltilmişti ve haklı olarak komünistlerin, sosyalistlerin ve hatta pekçok yurtseverin tepkisiyle karşılanmıştı. TKP'nin Sesi radyosu Ecevit'in bu konuşması üzerine yaptığı yorumda "bu çağrı yanlış adrese gönderilmiştir" yargısında bulundu. 
... Ecevit bugüne kadar komünistlere, sosyalistlere ve öteki yurtsever güçlere eylem birliği çağrısında bulunmamışken, daha önce belirttiğimiz gibi, AP'ye, MHP'ye de üst üste "ulusal birlik" çağrılarından bulunmuştur. AP ve MHP, CHP'nin doğrultusunu benimsemişler midir? Dahası, CHP, gerici DP ve cuntacı CGP ile, bırakalım eylem birliğini hükümet ortaklığı kurmuştur." (s. 13-14)
Ürün dergisinin bu aynı sayısının kapağında ise Ecevit'in SSCB'ye yaptığı ziyaretten, Brejnev'le birlikte objektiflere gülümsedikleri bir fotoğraf yer alıyordu. Ürün'ün ziyaretle ilgili yayınladığı bir yazıya göre bütün  demokratik basının "dünyada, bölgemizde barışa, ulusal çıkarlarımıza uygun" olarak değerlendirdiği (s. 5) bu gezide iki ülke arasında imzalanan bir anlaşmada diğer şeylerin yanı sıra "tehdide ve kuvvet kullanmaya başvurmama ve topraklarının diğer devletlere karşı saldırı ve yıkıcı faaliyetler için kullanmasına izin vermeme ilkesi" vurgulanıyordu. (s. 6) TC hükümetinin SSCB topraklarını kullanan "yıkıcı faaliyetlerden" anladığı içinde hiç şüphesiz "TKP"nin faaliyetlerinden başkası değildi.

Uzun sözün kısası: Bilen geleneği Suphi'lerin Bolşevik tarihsel TKP'sinin devrimci gelenekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, hiçbir zaman "devrimci" ve "komünist" olmayan bir aşırı oportünizm geleneğidir.

Peki birileri 2012 Türkiye'sinde neden bu geleneğe sıkı sıkıya yapışma ihtiyacı duyuyor? Bu sorunun yanıtını da yazımızın ikinci bölümünde vermeye çalışacağız...

21 Şubat 2012

Akıntıya Karşı


(devam edecek)

Notlar
----------
[1] "Ulusal demokratik devrim bütün ulusal, anti-emperyalist, demokratik güçlerin egemenliğinde ve işçi sınıfının geniş ölçüde katıldığı bir hükümet eliyle başarılacaktır." (Atılım, No.18, S. 7)

[2] Zira SB"K"P'nin revizyonist şefleri Şili deneyiminin "barışçı geçiş" teorilerinin temelden çürüklüğünün -bedeli işçiler ve emekçiler tarafından en ağır biçimde ödenen - bir kanıtlanması olduğunu kabul etmiyordu: "Şili trajedisi, gerekli koşullar varolduğunda barışçı yol da dahil olmak üzere, değişik devrim yollarının mümkün olduğuna dair komünist tezi hiçbir biçimde geçersiz kılmamıştır." (Leonid İ. Brejnev Tarafından Sunulan SBKP 25. Kongre Raporu, SBKP 25. Kongresi Raporlar-Kararlar-Konuşmalar içinde, s. 45, çev.: M. Coşkun, Bilim Yayınları)