Oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı, "Komünist Sınıf Partisi"nin inşası için katkılar...

6 Mart 2013 Çarşamba

İmralı 'sızıntıları' üzerine - 2 -

Sermayenin “Hükümet Mekaniği”

Sınıfsal bakış açısından yoksunluğun Öcalan’ı (ve genel olarak ulusal reformist hareketin diğer pek çok önde gelen siyasi figürünü) ulusal sorunla birlikte, TC devletinin ve gelmiş geçmiş TC hükümetlerinin karakteri sorununda da nasıl ağır yanılgılara sürüklediğinin çarpıcı yansımalarını da tutanaklarda bulmak mümkün. Böylece kâh Cumhurbaşkanı, kâh Başbakan, kâh Genelkurmay, kâh MİT, Öcalan’ın ve ulusal reformist hareketin diğer liderlerinin söylemlerinde ve düşüncelerinde “Kürt sorununda çözümü getirebilecek güç” olarak belirebilmekte, bir süreliğine de olsa bu düzen içi güçlerle ilgili sınırsız hayaller kurulmakta, bunlara 90 küsur yıllık TC’yi tamamen demokratik bir devlete dönüştürme gibi asla sahip olmadıkları niyetler ve güçler vehmedilmektedir. O kadar ki her seçim dönemi öncesi gündeme gelen “Kürt sorunun çözme” iddialı sahte açılım dalgalarının aralarındaki açıkça klasik inkar ve imha politikasına dönülen dönemlerde, kimi önde gelen hükümet sözcüleri bile “bizden bu kadar eski geçmişi olan bir sorunu bir çırpıda çözmemizin beklenmesi haksızlıktır” diyerek şikayet etmektedir.

Öte yandan bu beklentiler - kaçınılmaz olarak - periyodik hayalkırıklıklarına ve ulusal baskının asıl yükünü çeken emekçi yığınların mücadelesi açısından ciddi zaman kayıplarına yol açmaktadır. Öcalan’ın “Tayyip’in hükümet mekaniği” üzerine söyledikleri bu açıdan son derece öğreticidir:

“Hükümet kesin vesayetten kurtuldu mu hesaplaşma tam olarak yapıldı mı? Tayyip’in Hükümet mekaniği, Kürt hareketine vurduğu kadar kendisine izin veriliyor, alan açılıyor vesayet kurumu, güç odakları tarafından. Sayın Başbakan zekice bu mekaniği teşhis etmiş ve iyi kullanıyor. Komplonun bir parçası değil. Danışıklı demiyorum ama Başbakan komplonun parçasıdır demiyor[um] ama, bu yöntemi bir iktidar aracı olarak görüyor. PKK’ye vurarak yerini sağlamlaştırıyor. Kendime kızıyorum, 2001-2004’te biz eylemi ‘tak’ diye kestik. Hükümet anlamadı, ‘terör bitti’ dediler. (Altan Tan’a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar. Benim demokratik kriterlerim var bunu anlattık, bir baktık ki AKP hegemonya kurmak istiyor, 1923-40-50 CHP yerine AKP...”

Aslında bu “hükümet mekaniği” ne “Tayyip”le ve AKP'yle başlamıştır ne de onunla sona erecektir. Bu gelmiş geçmiş tüm burjuva hükümetlerinin “hükümet mekaniği”dir ve ordu vesayetinin hiç değilse eski görkemli görünümünden çok şey yitirdiği son yılların da gösterdiği gibi TC'de asıl vesayet her zaman sermaye vesayetidir. Her burjuva hükümeti ancak işçilere, emekçilere ve ezilen halklara karşı, bir avuç sömürücünün çıkarlarını gözettiği ve gerçekleştirdiği ölçüde ömrünü uzatabileceğini çok iyi bilir. “Tayyip”in de TÜSİAD’a ya da “İstanbul sermayesi”ne karşı sık sık yaptığı “bizimle önceki hükümetlere yaptığınız gibi kedinin fareyle oynadığı gibi oynayamayacaksınız” içerikli yüksek perdeden çıkışları her zaman “zaten en çok kârı bizim dönemimizde yaptınız, daha ne istiyorsunuz” mırıldanmasıyla tamamlaması bir rastlantı değildir.

Devletin ve gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin hizmet ettiği çıkarların gerçek sahibi olan tekelci sermayenin ise korktuğu tek şey kitlelerin bağımsız militan eylemidir. Ezilen ulus emekçi yığınlarının haklı taleplerini düzene geri adım attırarak bizzat kendi bağımsız mücadeleleriyle koparıp almaları sadece ezen ulus işçilerine ve emekçilerine örnek olması riskini yaratması nedeniyle bile tekelci sermaye için kabul edilemez bir durumdur. Tekelci sermayenin asıl kabusu ise sosyal devrim dinamikleriyle ulusal devrim dinamiklerinin iç içe geçmesidir.

2009 sonunda, Kürdistan kentlerindeki militan kitle eylemleriyle sarsıldığı bir sırada gerçekleşen bir TÜSİAD toplantısında, Mustafa Koç şöyle diyordu:

“Şimdi de kültürel kimlikler ekseninde ortaya çıkan siyasi çatışmanın toplum içindeki yansımalarına şahit oluyoruz. Siyasilerimiz, kendi siyasi stratejileri adına en keskin söylemleri benimserken, toplum üzerinde yarattığı tahribatı umursamaz görünüyor. Öte yandan terörü meşru gösterdiği izlenimini doğuran tutum ve davranışlardan yeterince de kaçınılmadığı göze çarpıyor. Sonuçta siyasette yaratılan gerginlik ortamı, her türlü kışkırtmaya uygun bir zemin oluşturuyor. Bu da, sokaklara ifade özgürlüğünün sınırlarını aşan gösteriler, hatta çatışmalar olarak yansıyor. Gelişmelerden ülke adına çok ciddi endişe duyuyor, tüm siyaset ve toplum kesimlerine itidal ve sağduyu çağrısı yapma ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü bu kutuplaşma bizi ülke olarak öngörmediğimiz ağır sonuçlara sürükleyebilir. Yükselen işsizlikle gelebilecek sosyal sorunların, bu toplumsal kutuplaşma ile birleşmesi telafisi imkansız zararlara yol açabilir.”

"Sokaklarda ifade özgürlüğünün sınırlarını aşan gösteriler, çatışmalar, ayaklanma provaları" şeklindeki kalıp tipik bir 12 Eylül kalıbıdır. TÜSİAD öteden beri “ifade özgürlüğünün sınırlarını” kesin olarak belirlemeye alışmıştır, ve hükümetler de bu sınırları aşanları en acımasız şekilde cezalandırmaktan asla geri durmamıştır. AKP de bu geleneği bozmamış, sahte “reformcu” maskesini yırtıp atmak pahasına Kürdistan halkına karşı topyekûn bir savaş başlatmış; binlerce çocuğu, seçilmişleri, sendikacıları, dernek yöneticilerini, kısacası bölgede politik olarak aktif olduğundan şüphelenilen istisnasız herkesi “terörist” damgasıyla hapishanelere doldurarak, “ifade özgürlüğünün sınırlarını” kesin bir güvence altına almak için elinden geleni ardına koymamıştır.

Öcalan TC’de öteden beri geçerli olan “hükümet mekaniğinin” bu sınıfsal özünü yeterince kavrayamamış olduğu içindir ki sorunu salt “dış güçlerle” açıklamaya çalışmaktadır:

“Sakine’yle sizin (Sinop’u kastederek) aynıdır. KCK’ye her operasyon ayaklanma ve isyana davetiyedir/teşviktir. BDP ve benim temkinli yaklaşımım engelledi. İsyan etmem beklendi. İsyan etsek bir türlü, etmesek bir türlü.

Her KCK’lının içeri alınması bir ayaklanma sebebidir. İsyan çıkarmıyoruz. 10 bin kişi alındı. Bu da bir nevi darbedir. En son siz alınacaktınız biz karşı hamle geliştirdik. En son parlamento grubu kalmıştı. Darbe şekil değiştirdi ama hala devam ediyor. Yeni darbe Brüksel ve ABD’de planlanıyor. Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlamam işlerine gelmiyor. Sanırım bu çıkışımız işe yarayacak. Benim üzerimde planları var. Doğan Güreş Londra’dan döndü ‘bana yeşil ışık yakıldı’ dedi, 4 bin köy yakıldı. İşadamlarını götürdüler. (Pervin’e işaret ederek)”


Türk devletinin Kürdistan halkına karşı girişeceği büyük saldırılardan önce büyük emperyalist merkezlerin onayını aradığı ve bunu çoğu zaman bulduğu bir gerçektir. Fakat günümüzde “iç güçlerin” niyetlerinin halishâne olduğunun. “barışı” engelleyenin sadece veya öncelikle “dış güçler” olduğunun kanıtı nerededir?

Gerçi İmralı sızıntıları Öcalan’ın bütün “iç güçler”in büyük çoğunluğuna fazla güvenmediğini, onun güvendiği “iç güçler”in başında MİT’in geldiği izlenimini vermektedir:

“Metiner, ‘Sıkıştı’ diyor. Yanlış söylüyor. Sıkışma yok, darbeyi önledim. Bir darbe var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum. MİT’i düşürseydiler. Türkiye’de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan’a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu... Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım.

“Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır. Sözde bir hükümet var, sözde bir parlamento var. CHP ve MHP paralel devletin izdüşümleridir, basit aletleridir; AKP’ye de, medya ve işadamlarına da sızmışlar. Sadece MİT kalmış, hedeflenen bizim geliştirdiğimiz diyalogdur. MİT Müsteşarı düşürülmek isteniyor. Emre Uslu, Mehmet Baransu MİT’i hedef aldılar,. arkalarında devasa bir güç var. Florida kontrgerilla merkezidir. Abdullah Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme... Sakine bu tür grupların işidir. Yeni gladyo tam anlaşılamıyor. Çözüm adına yapılan her şeyi sabote ettiler.

"… ABD-İsrail-İngiltere’nin talepleri vardı, o zaman da MİT bu işe yatmadı. Tansu Çiller’in 2. Atatürk olma sevdası vardı. Beni de bomba ile öldürmek istediler. Doğan Güreş-Tansu Çiller işbirliği de oradan (İngiltere’den) icazet almıştı. Sonuç olarak böyle bir durum yaşadık.”


Öte yandan Paris katliamının Öcalan’ın kafasında bazı şüpheler doğurduğu görülmektedir:

“Sakine olayı bende düşük bir tereddüt uyandırdı. Net değil. Sakine Avrupa’da barışı temsil ediyordu. Hala aydınlatılamadı.”

Ve başka bir yerde Öcalan’ın “Ha bizi vurmuş, ha Sakine’yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara’ya gelmiş (Ömer Güney) Çankaya’da büro tutmuş. Sterk “MİT kaynaklı” demiş. Mümkün değil” dedikten hemen sonra kendi kendine sormadan edemediği görülüyor: “ama düşüneceksin. Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demekki darbe hala devam ediyor.”

Yine de Öcalan MİT’i diğer düzen güçlerine göre emperyalizmin kontrolünden bağımsız ve dolayısıyla daha güçlü olarak değerlendiriyor:

“Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler. MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı gitmediler. Bana göre bir direniştir.”
Peki Öcalan’ın birlikte “Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, hepsinden daha derinlikli olacak” bir “rejim değişikliği”, bir tür demokratik devrim yapmayı tasarladığı bu MİT’in de korktuğu bir şey yok mudur acaba?

5 Mart 2013 tarihli Milliyet gazetesinde “Arap Baharına Karşı 101 Brifing” başlığıyla yayınlanan aşağıdaki haber böylesine “dirayetli” MİT’in de bazı şeylerden korkabileceğini gösteriyor bize:

“TBMM Telekulak Komisyonu’nda dinleme faaliyetlerini anlatan MİT temsilcileri, çalışmalarının yüzde 35’inin terörle mücadeleye yönelik olduğunu açıkladı. MİT temsilcileri, Arap Baharı olarak adlandırılan bölgedeki rejim değişikliklerini dikkate alarak 101 brifingle kritik görevdeki 7 bin 400 görevlinin eğitildiğini kaydetti

.... ARAP BAHARI ENDİŞESİYLE EĞİTİM: Malumunuz olduğu üzere, aslında pek çok devlette rejim değişikliklerine sebep olan bazı spekülasyonlar da bu dönemlerde ortaya çıktı. Dolayısıyla, uluslararası devlet dışı aktörlerden kaynaklanabilecek birtakım risklerin de aynı zamanda, ülkelere yönelebilecek risklerin de tespiti amacıyla birtakım çalışmaları geliştirdik. Bu kapsamda 101 istihbarata karşı koyma ve koruyucu güvenlik brifingi, çeşitli kamu kurum, kuruluşlarımızda ve önemli devlet projeleri yürüten özel sektör firmalarında gerçekleştirdik. Bu brifinglerimize, 7 bin 400 civarında “kritik personel” olarak adlandırdığımız yönetici ve proje sorumlusu düzeyinde uzman katıldı.”


Öyle anlaşılıyor ki MİT’in engellemek için harıl harıl çalıştığı en büyü kabusu TÜSİAD’la aynıdır: Arap ülkelerindeki polis devletlerini yıkılmanın eşiğine getiren kitlesel halk hareketlerinin benzerlerinin Türkiye’de de yaşanması! Hükümet sözcüleri ve hükümete yakın yazar-çizer takımı her fırsatta Türkiye’de neden Arap ülkelerindeki gibi bir halk hareketi doğamayacağını açıklayadursun, Mübareklerin, Bin Alilerin onlarca yıllık polis devletlerini yıkan bu tür kitle hareketlerinin TC’nin polis devletini de ciddi anlamda sarsabileceğinin bilincinde olan devletin gizli polis örgütü bu tür bir hareket karşı devlet ve özel sektörden binlerce “kritik personele” eğitim vermektedir!

Bu da bize gösteriyor ki gerici rejimlere ve bunların değişmez “hükümet mekaniğine” karşı geri adım attırabilecek, gerçek anlamda dönüştürücü ve devrimci biricik güç kitlelerin bağımsız hareketidir.

Öte yandan önceki tüm hayalkırıklıklarına rağmen ulusal reformist hareketi tekrar tekrar düzen içi çözüm güçleri aramaya iten Öcalan’ın “isyan etsek bir türlü, etmesek bir türlü” sözlerinde ve MİT’le ilgili hayallerinde en çarpıcı bir ifadesini bulan tam da bu tek gerçek devrimci gücü harekete geçirme konusundaki kararsızlıktır.

Bu kararsızlığın kaynağı Öcalan’ın politik kavrayışsızlığı olamaz; Kürdistan’da Serhildanların yeni yeni görülmeye başladığı 1990 gibi erken bir tarihte Öcalan şunları yazabiliyordu:

“... devreye yeni giren ve harekete geçen bir devrim kuvveti olarak Serhildanı değerlendirdik. Bunun yeni bir olgu olduğunu söyledik. Son gösterilerde halkın muazzam bir kararlılığa ulaşmış olduğunu gördük. Ayaklanmacı güç gerillaya katılım gücünden on kat daha fazladır, olanaklar ayaklanma için daha elverişlidir. Ama bunu sağlamakla görevli olan öncü örgütün burada da yetersiz kaldığını ve neredeyse bizi acz içinde bırakacak kadar soru sorduğunu görüyoruz.

"Halktan, "biz savaşa katılmak istiyoruz, bazı partililer önümüzde engel oluşturuyor, bize görev verin" biçiminde eleştiriler ve şikayetler geliyor. Bu doğrudur. Onbinlerle hesaplanan halk yığınlarının bulunduğu kentler ayaklanma gücüdür ve bu yığınların içinde doğru dürüst bir öncü güç çalışmamaktadır. Sorumlu ayaklanma komiteleri bile halk yığınlarının içine yeterince yerleşmiş değildir. Ama buna rağmen, halk kitleleri partinin genel etkisiyle, partiye dayanarak, ona bağlanarak ve büyük bir cesaretle öne çıkmaktadır. Bu her yerde böyledir.

"Öncünün ciddi yetmezliklerine rağmen, halkın kalkışması çok ciddidir ve bu inanmış bir halkın katılımıdır. Bu noktayı iyi görmek gerekir. Kürt halkının bin yıllık uykusundan uyandığı, bununla da yetinmediği ve ölümüne bir ayaklanmaya hazır olduğu bir noktaya geldiği açıktır. Bu öyle kolay kolay gelinecek bir nokta değildir ve gerçekten son derece önemli bir gelişmedir. Artık sorun öncünün kendisini ayaklanmaya ne kadar hazırladığı ve bunun sorumluluğunu ne ölçüde taşıdığı gerçeğine gelip dayanmıştır. Parti öncülerinden bir bölümünün bizde kaçındıkları bir çalışma da budur. Öncü halkın kuyruğuna takılmakta veya başında despot kesilmektedir. Buna benzer durumlar zaman zaman kendisini ele vermektedir.

"Oysa böylesi bir kitleye sahip olmak, gerçekten Ekim Devrimi'ne bile nasip olmamıştır. Gördüğümüz bu kitle Ekim Devrimi'nde bile yoktur. Kadroya rağmen, mücadeleye kitlesel katılım yine de gelişme göstermektedir. Halkın talepleri gerçekçi ve haklıdır. Buna karşılık, kadronun yaklaşımı çok tehlikeli ve sorumsuzcadır; kadro çiğnenmeyi hak edecek kadar bir ezilme durumunu yaşamaktadır, ama farkında değildir. … Kürdistan gerçekten daha şimdiden bir ayaklanma içindedir. Bir kere halk kitlelerinin partinin yerel siyasal hattına katılması ve ona sınırsız bir biçimde bağlanması, güç verme anlamına gelmektedir. Kitleler bu temelde ayaklanma içine çekilmiştir. Ancak pratikte kent kent, köy köy grupları ayaklanmaya katmada ve öncü gücünün pratikte hazırlanması açısından ciddi bir eksiklik, bu anlamda da sorumsuzluk ve görevlerine sahip çıkmama durumu söz konusudur. Bu zaafın aşılması halinde, düşmanın karşımızda durabilmesi gerçekten zordur. Düşman mevcut tekniğini ve kimyasal silahlarını asla kullanamayacaktır. Düşman yüzbinlik kentlerin hangisine karşı kimyasal silah kullanabilir? Hangi uçaklarla bombalayabilir? Kimyasal silahlar kullanır ve bombalarsa, kendisi dünyadan tecrit olacak ve bitecektir. Aynı şekilde düşmanın tanklarını ve toplarını kullanması da zordur ve kullanamayacaktır.

"Bu nedenle özel savaşı gerçekten de yıkıp yerle bir edecek ve zaferi getirecek olan bu ayaklanma sürecini mutlaka örgütlemek gerekir. ”
(A. Öcalan, Sosyalizm ve Devrim Sorunları, Melsa yay.)

Ulusal hareket burada açıklanan görevi ayrıca kapsamlı olarak ele alınması gereken bir dizi nedenle hiçbir zaman başaramamıştır ve böylece Kürdistan’daki yığın hareketinin 90’ların ilk yıllarında ulaştığı en yüksek noktası PKK hareketinin düzen içi “çözüm” arayışları peşinde on yıllarca süren ve günümüzde de devam eden tıkanmasının, ulusal reformizme ve oportünizme giderek daha derin bir şekilde batışının başlangıç noktası olmuştur. Öcalan’ın İmralı’da temel güç olarak Kürdistan özelinde politik olarak çok yüksek bir uyanış seviyesinde bulunan ezilen ve sömürülen kitlelere güvenmek yerine MİT’in gücüne dayanan tasarımları bu batışın vardığı son noktadır. Öcalan’ın “Süreç başarısız olursa ‘Apo öldü’ diyeceksiniz” sözlerini de, onun, Kürt halkının sabrının kapalı kapılar ardında tasarlanan ve yürütülen düzen içi çözüm projelerinin başarısızlıkları karşısında artık taşma noktasına iyice yaklaştığının farkında olduğu şeklinde değerlendirmek gerekir.

Kesin olan bir şey varsa o da Kürdistan’ın emekçi halkının sonsuza kadar katmerli kölelik koşulları altında tutulamayacağıdır. Ezilen ve sömürülen milyonlar zamanı geldiğinde hesaba katılması gereken bir faktör olduklarını dosta düşmana mutlaka kanıtlayacak, sömürücülerin en korkunç kabuslarını gerçekleştirmekten geri durmayacaktır. Onların kıyamet günleri bütün milliyetlerden emekçilerin en güzel bayram günü olacak!

Nasıl ki her renkten sosyal ve ulusal reformizmin görevi aynı devlet tarafından ezilen farklı milliyetlerden proleterlerin ve emekçilerin güçlerini tekelci burjuvaziyle uzlaşmalar uğruna dağıtmak ve parçalamak ise, komünistlerin ve sınıf bilinçli proleterlerin görevi de oportünizmin bütün biçimlerine karşı kesintisiz bir mücadele içinde bu güçleri tek bir büyük akım halinde birleştirmektir.

Akıntıya Karşı

4 Mart 2013 Pazartesi

İmralı 'sızıntıları' üzerine - 1 -


Öcalan'ın basına sızdırılan İmralı tutanaklarında Anadolu tarihinde çeşitli halkların rolüyle ilgili çok düşündürücü bazı ifadeler yer alıyor:

"Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruldu ama açıklayamadı.

Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir."

Tutanakların basına kim veya kimler tarafından sızdırıldığı hâlâ tartışıldığı için bu sözlerin çarpıtılmamış olduğundan şüphe edebilirdik, ama bu tür ifadeler Öcalan'ın görüşmelerinde yeni bir tema değildir. Benzer içerikteki değerlendirmelere Öcalan’ın daha önceki görüşme tutanaklarında da sıkça rastlamak mümkündür.

Örneğin 10 Aralık 2006 tarihli görüşme tutanaklarında Öcalan Türk şovenizmini geliştirenlerin Türklerden çok Çerkezler, Arnavutlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar olduğunu söylüyor:

"Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Türk milliyetçiliğinin kökeninde Çerkesler ve Arnavutların bulunduğunu vurguladı. Edinilen bilgiye göre, geçen çarşamba günü avukatlarıyla görüşme olanağı bulan Öcalan, Türkiye'de yapılan son yüz yıllık Türk milliyetçiliğinin kökeninde daha önce de ifade ettiği gibi Türklerin bulunmadığını belirterek, şöyle devam etti: 'Yoksul Anadolu'daki Türk kesimi, Türklerin işçi kesimi yoktur. Hele hele işçi kesimi hiç yoktur. Türk milliyetçiliğinin kökeninde Arnavutlar, Çerkesler, bir kısım Araplar, bir kısım Kürtler, bir kısım Ermeniler, Rumlar bulunmaktadır. Özellikle Arnavutlar bu temelde etkindir. Çerkeslerin de bundaki gücü yadsınamaz. Çerkeslerin köken olarak Türklükle hiçbir ilgisi yoktur, ama Türk milliyetçiliğinde etkin olmuşlardır. Türk milliyetçiliğinin bu tanımı sosyolojik bir tanım değildir. Türk milliyetçiliğinin bu yapısına, kökenine ilişkin yüzlerce, binlerce broşür, kitap, makale yayınlanabilir, basında işlenebilir. Bu önemlidir. Bazı kişiler bu durumu kavramıştır." 

"Bu durumu kavrayan bazı kişiler" kimlerdir?

"Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete'nin beraber yazdıkları kitapta dünyadaki istihbaratların yapısını irdelediklerini ifade eden Öcalan, 'Milliyetçiliğin kökeninde Siyonizm ve Mason örgütleri vardır. Ömer Lütfi Mete, Tapınak Şövalyeleri'nde ta Fransız ihtilaline kadar gidiyor, oradaki anlatıma göre İskoçya Kralı İskoçya'daki Tapınak Şövalyeleri'nden üç bin militanı öldürerek onları ortadan kaldırmıştır. Daha sonra bu şövalyeler ant içerek gizli bir örgüt kuruyorlar ve her tarafta örgütleniyorlar. Çok gizli bir örgüt. Sonraları Fransız Kralı'nın kellesini bile götürüyorlar. Bu, bir Mason örgütüdür. Bütün bunların kaynağında Siyonizm fikri ve ideali vardır. Tabii burada Yahudilere karşı olduğum, anti semitist olduğum anlaşılmasın. Ben, Yahudilerin de Ortadoğu'da demokratik bir şekilde yer almalarından yanayım. Siyonizm ise farklı bir zihniyettir. Siyonizm, sürekli karşıtını yaratır. BAAS milliyetçiliği onun bir karşıtı olarak doğmuştur. Şia onun karşıtı olarak güçlenmiştir. Filistin ve Lübnan sorunu, Siyonizm karşıtlığının sonucudur. Bu Siyonist örgütler veya Masonlar kendi ideallerini Sultan Abdulhamit'e kabul ettirmek için çok uğraştılar. Yüz elli milyon altını Selanik ve Filistin karşılığında Sultan Abdulhamit'e teklif ettiler, buralarda bir yer edinmek için. Fakat Sultan Abdulhamit onların niyetlerini biliyordu ve bu teklifi kabul etmedi. Bu örgütler bu nedenle içinde fazla Türk unsuru bulunmayan İttihat ve Terakki'yi kurdular. İttihat ve Terrakki'nin de ne yaptığı ortadadır' şeklinde konuştu.

"İttihat Terakki eliyle Ermeniler katledilmiş ve kendisine karşıt olarak milliyetçi Ermeni Taşnak örgütünü doğurmuştur' diye konuşan Öcalan, şöyle devam etti: 'Bu Ermeni Taşnak örgütü de onları vurmuş, onlar da Ermeni halkını tehcir ve katletmiştir. Bu gün de aynı politikalar Kürtler üzerinde hayata geçirilmek istenmektedir. Milliyetçi yapılanma İttihat ve Terraki örgütlenmesiyle Sultan Abdulhamit'i devirmiştir. Dolayısıyla Ortadoğu'da Mason olmayıp da başarı şansı olabilen tek bir lider yoktur. Mustafa Kemal de Masonları eleştirip sonraları kendi Mason örgütünü kurmuştur fakat başarılı olamamıştır. Mustafa Kemal çok politiktir, askeri yönünden ziyade siyasi yönü çok güçlüdür. Mustafa Kemal aynı zamanda tam cumhuriyetçidir. Ve bütün bunların da farkındaydı. Yalçın Küçük'ün bu konuyla ilgili bir cümlesi çok ilginçtir. Bu konuya ilişkin; 'Kurtuluş Savaşı, aslında Hıristiyanlar ile Yahudiler arasındaki bir savaştır' demiştir." (aynı görüşme notlarından)

28 Mayıs 2008 tarihli görüşme notunda ise;

“Mahir Kaynak, MİT'in kurumsallaşmasını sağlayan kişilerden biridir, yoğun araştırmaları var. Yine Yalçın Küçük, Gizli Tarih kitabında gerçeğe yakın objektif bazı şeyler söylüyor. Gizli Tarih kitabının devamını getireceğini, gizli tarihi açıklayacağını söylüyor. Ne kadarını başarır bilemiyorum, umarım başarır.” denilmektedir.

Burada Öcalan’ın önemli bir sorununu görüyoruz.

Birileri Öcalan’a Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete, Yalçın Küçük gibi yazarların kitaplarını ve daha pek çok kitabı ulaştırıyor.

2011 Şubat’ında Öcalan’ın avukatlarından İbrahim Bilmez’in yaptığı bir açıklamaya göre Öcalan o döneme kadar avukatlarının getirdiği kitapların sayısı 1000’i aşkındır.

Öcalan’ın hapishane döneminde yazdığı çok sayıda kitap ve savunmalarda, okuduğu bu kitaplardan oldukça etkilendiği görülüyor. Genellikle Öcalan o sırada hangi kitapları okuyorsa kitaplarında geliştirdiği düşünceler de bu kitaplardaki görüşler doğrultusunda oluyor.

Örneğin Öcalan’ın daha çok “liberal demokrasi” hakkında kitapları okuduğu hapishane döneminin ilk yıllarında kaleme aldığı kitaplarında SSCB’nin çözülmesiyle “liberal demokrasinin sosyalizme galip geldiği” teması öne çıkarken, Sümer uygarlığının tarihi üzerine kitapları okuduğu dönemde Sümer toplumuyla günümüz kapitalist toplumu arasındaki paralellikler, anarşizm ve ekolojizmle ilgili kitaplar okuduğu dönemde ise “ekolojik toplum” projeleri öne çıkmaktadır.

Öcalan kendi görüşlerini oluştururken okuduğu bu kitaplardaki görüşleri eleştirel bir değerlendirmeye tabii tutmadan, seçmeci bir anlayışla bir araya getiriyor.

Öcalan’ın geçmişte Marksist iddialı diğer pek çok isim gibi Marksizmin “aşıldığını” düşünmesi, onun bu kitaplardaki görüşleri tarihsel ve diyalektik materyalizmin ışığında eleştirel bir şekilde değerlendirmesini ve böylece eklektizmden kaçınarak tutarlı bir dünya görüşü oluşturmasını engelleyen unsurların başında geliyor. Böylece tarihin sınıf mücadelesi temelinde incelenmesinin yerini salt milletlerin, dinlerin ve mezheplerin mücadelelerinin ve kan davalarının tarihi olarak incelenmesi şeklindeki Marksizm öncesi yani bilim öncesi tarih anlayışı Öcalan’ın kitaplarında ve güncel değerlendirmelerinde kaçınılmaz olarak belirleyici bakış açısı oluşturmaktadır.

Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete, Yalçın Küçük vb. açık şoven ve sosyal-şoven isimlerin kitaplarından eleştirisizce alınıp yeniden üretilen iddialar ve komplo teorileri doğrultusunda, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren gelişmeye başlayan Türk burjuva milliyetçiliğinin diğer ulusal, dinsel, mezhepsel azınlıklara karşı işlediği bütün suçlarının sorumlusu da yine bu azınlıklar olup çıkıyor. Böylece Türk şovenizminin suçlusu “Türklerden başka herkes” oluyor ve bu temelde Türklerle Kürtler arasında (Müslüman olmayan halkaların sözümona “bin yıllık öfkeleri”ne veya “Kafkaslardan gelenler”in vb. bitmez tükenmez entrikalarına karşı) bir duygudaşlık oluşturabileceği düşünülüyor. Gerçek anlamda sınıfsal bir bakış açısının yokluğu kaçınılmaz olarak en dar burjuva milliyetçi bakış açısına kapıyı aralıyor. Bu bakış açısı Öcalan’ı ve Sırrı Sakık gibi kimi BDP’lileri Kürt ve Türk halklarının yakınlaştırılması ve barıştırılmasının yolunun TC’de ezen ulus konumunda bulunan Türk ulusunun ve Sünni-İslam’ın diğer ulusal, dinsel, mezhepsel vb. azınlıklara yönelik aşağılamalarının ve kendi suçlarının günah keçisi ilan etmesine  haklılık atfetmekle ve bunları Kürtlere yönelen suçlamalar dışarıda tutularak tekrar etmekle olacağı düşüncesine götürüyor. Türk üstünlüğü ideolojisiyle burjuva milliyetçi temelde uzlaşabilmek için Türkler ve Kürtlerin diğer milliyetlere göre ayrıcalıklı konumuna dayanan yeni bir üstünlük ideolojisi çerçevesi çizilmeye çalışılıyor. Bunun için yer yer “müslümanlık ortak paydasına” göndermeler de yapılıyor. Bu tam da bu dünya için Sezar’ın egemenliğini kabul eden İsa’nın kendisiyle birlikte çarmıha gerilenlere “ama siz suç işlediniz ve bu cezayı hak ettiniz” diyen tavrına benzemiyor mu?

Gerçekte Öcalan’ın Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Çerkezler, Arnavutlar, Kafkaslardan gelenler vb.lere karşı gerici yazarlarla paylaştığı bütün bu önyargıların, Kürt halkına karşı Türklerin sahip olduğu en kaba önyargılardan ve bunların etkisinde oluşturulan komplo teorilerinden temelde hiçbir farkı yoktur. Ne de bunları yeniden üreterek ve Kürt halkını bu gerçek dışı tezlerle eğiterek (zira Öcalan’ın tüm konuşma, yazıla ve kitapları Kürdistan’da çok geniş bir kitle tarafından yakından takip edilmektedir) Türklerin Kürtler hakkındaki önyargılarını biraz olsun kırmak mümkündür.

(devam edecek...)

Akıntıya Karşı